Prof. Dr. Mert Dumantepe > Derin Ven Trombozu Nedir?
Tromboz teriminin kökeni Antik çağlara dayanır. Eski Yunancada “tıkaç” demektir. Dolayısıyla tromboz, bir kan damarının, kan pıhtısı nedeniyle tıkanması anlamına gelir. Trombozun en sık meydana geldiği yerler, bacak ve kalça bölgesindeki derin toplardamarlardır. Ancak derin ven trombozu daha az sıklıkla kol ve boyun toplardamarlarında da görülebilir. Toplumda görülme sıklığı 1000’de 1 ila 3 arasında değişmektedir.
Derin ven trombozunda oluşan pıhtı, çoğunlukla diz altında, baldır kaslarındaki toplardamardan başlar ve genellikle yukarıya doğru, uyluk ve kasık toplardamarlarına doğru genişler ve hatta karın içindeki ana toplardamara yani “Vena Cava İnferiora” ulaşabilir. Pıhtılaşmaya bağlı tıkanmanın seviyesi ne kadar yüksekse, hastalıgın şiddeti ve sonrasında post-trombotik sendroma bağlı gelişecek komplikasyonların ciddiyeti o kadar fazla olur. Uluslaraarası çok merkezli çalışmalarla kanıtlanmıştır ki, dizaltı bir derin ven trombozuna kıyasla, karnın içine doğru uzanım gösteren yüksek seviyeli bir derin ven trombozunda çok daha yüksek bir oranla post-trombotik sendrom ve buna bağlı venöz ülser yaraları görülür.
Vücutta derin toplardamar içerisinde oluşan kan pıhtısı, parçalanıp kan akımı yönünde taşınabilir. Bu şekilde taşınan, gevşek pıhtıya ise “emboli” adı verilir. Emboliye sebeb olan bu pıhtı parçasının, kan akım yönünde ilerleyerek akciğere ulaşmasına, ve Akciğer atardamarlarını tıkamasına ise “Akciğer embolisi” (Pulmoner emboli) adı verilir. Akciğer embolisi, yaşamı tehdit eden, tedavi edilmediğinde akciğerleri ve diğer organların çalışmasını da etkileyerek hayatın kaybına yol açabilen oldukça ciddi bir hastalıktır. Pulmoner emboliye sebep olan pıhtıların pek çoğu, bacak yada uyluk bölgesindeki derin toplardamarlardan köken alır.
Normalde sağlıklı bir bireyde, damar içindeki kan kendiliğinden pıhtılaşmaz. Damarlarda pıhtı oluşabilmesi için temelde 3 ana neden gereklidir. Bu nedenler 1856 yılında Dr. Rudolf Wirchow tarafından tanımlanmıştır. Bu nedenle her yıl, Dr. Wirchow’un doğum günü olan 13 Ekim’de “Dünya Tromboz Günü” Kutlanmaktadır.
Dr. Virchow ‘a göre pıhtı oluşabilmesi yani Derin ven trombozu gelişmesi için;
Bu nedenlere ayrıntılı bakacak olursak:
Toplardamar endotelinin hasarlanması genellikle damar içi enjeksiyon sonucunda meydana gelebilir. Bu durum hastanede bir serum tedavisi uygulanmasından sonra oluşabileceği gibi, Eroin gibi damara enjekte edilen yasaklı maddeleri kullananlar görülebilir ve derin ven trombozu gelişebilir.
Bunların dışında günümüzde kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi portları, böbrek yetmezlikli hastalarda diyaliz için kullanılan kateterler, kalıcı kalp pili kabloları toplardamarın iç yüzeyinde pıhtılaşmaya neden olabilir ve genellikle kolda ve boyun damarlarında derin ven trombozu oluşumuna katkıda bulunabilir.
Son olarak “Vaskülit” denilen toplardamarda enflamasyonla seyreden bazı hastalıklar ve bazı ilaçlar (örneğin, bazı kemoterapi ilaçları) toplardamar duvarına zarar verebilir ve derin ven trombozu gelişmesi riskini arttırır.
Bazı nadir görülen, kalıtımsal bozukluklar kanın normalden daha kolay pıhtılaşmasına yol açabilir. Bu hastalıkların başlıcaları Faktör V Leiden mutasyonu, Protrombin gen Mutasyonu, AT III eksikliği, Protein-C veya Protein-S eksikliği, Antifosfolipid Antikor Sendromu gibi trombofilik hastalıklardır. Genç yaşta belirli bir neden olmadan aniden derin ven trombozu geçiren, sık sık tekararlayan derin ven trombozu veya akciğer embolisi atakları olan hastalarda, ailede venöz tromboemboli öyküsü olan, anormal damarlarında pıhtı oluşan, gebelikte derin ven trombozu geçiren veya tekrarlayan düşük gibi gebelik sorunları olan hastalarda pıhtılaşmaya eğilim yaratan genetik trombofilik bir hastalıktan şüphenenilmelidir.
Bunların dışıda Östrojen ve Progesteron içeren doğum kontrol hapı ve hormon replasman tedavisi kanın daha kolay pıhtılaşmasına yol açabilir.
Kanser hastalarında pıhtı oluşumu başlı başına tartışılması gereken ciddi bir durumdur. Kanser Hastalarında derin ven trombozu ve akciğer embolisi riski genel olarak artmıştır. Gerek kanserin kendisi, gerekse de tedavide kullanılan kanser ilaçlarının (kemoterapötik ilaçlar) etkisi ile kanın pıhtılaşma riski artabilmektedir. Bazen derin ven trombozu henüz kanser tanısı koyulmamış olan bir bireyde aniden meydana gelir. Derin ven trombozu’nun sebebinin ne olduğunu araştırmak için yapılan tetkiklerde, altta yatan nedenin kanser olduğunu ortaya çıkmaktadır.
Sigara, içeriğinde bulunan zararlı kimyasal maddeler yüzünden kanın koyulaşmasına ve pıhtılaşmasına neden olmaktadır. Sigara içenlerde, kan pıhtılaşmasının riski, içmeyenlere oranla yüksektir. Özellikle doğum kontrol hapları ve sigara birlikteliği pıhtılaşma riskini ciddi düzeyde arttırmaktadır.
Hamilelik döneminde salgılanan hormonlar, kanda pıhtılaşmaya neden olan faktörlerin artması, gebenin hareketsizliği ve total kan volumunun artışı ile kanda pıhtılaşma riski yükselmektedir. Özellikle gebeliğin ilerleyen dönemlerinde kasık ve karın içerisinde bulunan ana toplardamarlara, bebeğin ve büyüyen rahmin yaptığı baskıya bağlı olarak derin ven trombozu riski artar. Bu risk doğum sonrası ilk 1 ayda, yani postpartum dönemde de devam eder. 1.000 hamile kadından yaklaşık 2-3 tanesi hamileyken veya doğum yaptıktan sonraki dönem içinde derin ven trombozu veya akciğer embolisi geçirir.
Son olarak obezite, erkek cinsiyet, dehidratasyon yani vücudun susuz kalması, yanık ve nefrotik sendrom derin ven trombozu riskini arttıran diğer faktörlerdir.
Derin ven trombozunun belirti ve bulguları, trombozun kendisi yada gelişmişse pulmoner emboli ile ilgili olur. Her iki durumun varlığında, tedavi edilmediklerin çok ciddi sonuçlar gelişeceğinden dolayı mutlaka bir hekim tarafından değerlendirme gerekmektedir.
Derin ven trombozu oldukça gürültülü bir tablodur. Hastaların büyük kısmı aniden ortaya çıkan çok şiddetli bacak ağrısı ve şişlikle acil servise yada direk hekime başvururlar. Hastalığın geliştiği bacakta gözlenen bu semptomlar arasında,
*Ağrı, genellikle aniden ortaya çıkar. Çoğu zaman, baldır bölgesi civarındadır ancak pıhtının yıkarı doğru genişlemesiyle beraber üst bacakta da görülebilir. Ağrı kesiciler ile şiddeti biraz hafiflese de, genellikle birkaç saat içerisinde yeniden ortaya çıkar ve şiddetli hale gelir.
*Şişlik, derin ven trombozunda oluşan pıhtının büyüklüğü ve seviyesine bağlı olarak, değişik şekillerde ortaya çıkar. Eğer, pıhtı seviyesi kasık bölgesine kadar ulaşmışsa genellikle tüm bacakta şişme olurken; pıhtı diz toplardamarı seviyesinde ise sadece baldırda şişme olur. Karın içi ana toplardamara (Vena Cava inferior) kadar uzanan masif pıhtılarda kalbe giden tüm bacak kan akımı bloke olduğundan her iki bacakta şişme görülür.
*Çoğu zaman bacak şişmesine, renk ve sıcaklık değişiklikleri eklenir. Pıhtı ile tıkanmış derin toplardamarda kalbe doğru geri dönemeyen kan akımı, yüzeyel toplardamarlara yönlendirilir, böylece bacak kızarabilir ve ısı artışı görülür.
*Derin ven trombozu bazen bacakta belirgin bir bulgu göstermez ve ancak derin toplardamarlardaki pıhtıdan kopan bir parçanın yol açtığı, akciğer embolisi gibi ölümcül bir komplikasyon meydana geldiğinde teşhis edilir. Akciğer embolisi gelişen hastada ise,
Derin ven trombozu tanısı, hastanın tıbbi öyküsü, yapılan fizik muayene ve görüntüleme yöntemlerinin sonuçları ile birlikte değerlendirilerek konulur.
Öncelikle pıhtının oluşma zamanı sorgulanmalıdır. Çünkü derin ven trombozunun akut yada kronik olmasına göre tedavi şekli büyük oranda değişir. Erken dönemde bize ulaşabilen hastalarda, anjiografik yöntemlerle yumuşak, jöle kıvamındaki akut pıhtının tamamını dolaşımdan uzaklaştırabiliyorken, zaman ilerledikçe organize olup sertleşen pıhtıda girişimsel yöntemlerden alacağımız cevap giderek azalmaktadır. Bu anlamda ülke genelinde pıhtılaşma ile ile ilgili farkındalığı arttırarak, derin ven trombozu gelişen hastaya erken dönemde ulaşıp tedavi edebilmek, ileride yaşanacak olası kötü durumları engellemede en önemli tedavi planlamasıdır.
Fizik muayenede akut derin ven trombozunda; bacakta renk değişikliği, ısı artışı, şişlik ve ödem, kanın tıkalı derin damarlardan akamaması ve yüzeye yönlendirilmesiyle, yüzeysel toplardamarlarda belirginleşme değerlendirilir. Kronik derin ven trombozu hastalarında ise ciltte sertleşme, cilt renginde koyulaşma, ayak bileğinde aktif yada kronik yara varlığı, bacakta yada karında genişlemiş variköz damarlar değerlendirip hastalığa ait ipuçlarını yakalanmaya çalışılır.
Derin ven trombozu hastalarının ancak yarısında belirgin ağrı semptomu ortaya çıkar. Ağrının özellikle baldır bölgesinin ve ayak bileğinin hareketleri ile artıp – azalması (Homans Bulgusu) derin ven trombozu için tipik bir bulgudur.
Derin toplardamarlardaki pıhtının saptanmasında en sık başvurulan ve altın standart haline gelmiş tanı yöntemi Doppler Ultrasonografidir. Renkli Doppler ultrasonografi ile derin ven trombozu tanısı hızlı, ağrısız, kolay, ucuz ve doğru bir şekilde konulabilir. Doppler Ultrason bize pıhtının; akut mu kronik mi oldugu? Hangi damarları kapsadığı? nereden başladığı? nereye kadar uzandıgı? hakkında çok önemli bilgileri verir ve tadavi planlaması için büyük yarar sağlar. Ancak karın içindeki damarlarıda gelişen pıhtıların barsaklar ve gaz gölgeleri nedeniyle renkli Doppler ultrasonografi ile değerlendirilmesi zordur.
Doppler Ultrasonla tanıda zorlanılan hastalarda, karın içi ana toplardamar tıkanıklıklarında yada May Thurner & Nutcracker gibi kompresyon sendromlarının kesin tanısı için BT Venografi, MR Venografi ve IVUS gibi ileri görüntüleme yöntemlerine de sıklıkla başvurulur. Her ne kadar BT venografi ile daha hızlı ve kaliteli görüntüler alabiliyorsa da, radyasyon eşliğinde yapılması gibi dezavantajlar nedeniyle, son yıllarda MR Venografi daha çok tercih edilmeye başlanmıştır. Ancak MR Venografinin de çekimin uzun zamanda tamamlanması, klostrofobik bir ortamda yapılması, görece pahalı olması ve ciddi tecrübe gerektirmesi gibi dezavantajları vardır.
Yakın zamanda akut ve kronik derin ven trombozu girişimsel tedavileri sırasında kullanmaya başladığımız intravascular Ultrason (IVUS) yani damar içi ultrason yöntemi teknolojinin bu konuda ulaştıgı en son imkanları bizlere ve hastalarımıza sunmaktadır. IVUS özellikle kronik derin ven trombozunda stent konulması planlanan bölgeyi, stent çapı ve stent uzunluğu kesin olarak belirlemede inanılmaz yararlar sağlamaktadır. Ayrıca May Turner sendromu gibi toplardamara dışardan bası nedeniyle gelişen hastalıklarda, bu basının şiddetinin ve stent implantasyonu bölgesinin kesin olarak belirlenmesinde çok önemli bilgiler vermektedir. Artık tüm dünyada venöz cerrahi deneyimi ve hasta sayısı yüksek merkezlerde IVUS olmadan derin ven trombozu tedavisi yapılmamaktadır.
Daha invaziv bir yöntem olan “Venografi” yani toplardamar anjiografisi ise anjio salonunda toplardamara enjekte edilen radyokontrast bir boya yardımıyla sağlanan görüntülerin incelenmesi temeline dayanır. Venografiyle, toplardamar içerisinde, kan akımının olup olmadığı saptanır, pıhtının seviyesi ve kollateral akımlar net olarak değerlendirilir. Akut derin ven trombozunun girişimsel yöntemlerle tedavisi sırasında venografi, hem işlem sırasında, hemde tedavi sonrasında, damarın pıhtıdan temizlendiğinin gösterilmesinde çok önemli bir görüntüleme yöntemidir. Kronik derin ven trombozu tedavisi sırasında ek tedavi olarak uygulanan balon anjioplasti ve Venöz stent yerleştirilmesi işlemleride yine venografi eşliğinde uygulanmaktadır.
Destekleyici olarak kullanılan *D-dimer testi: Pıhtılaşma sırasında kan içine salınan bir maddenin ölçülmesi prensibine dayanır. Eğer hastanın derin ven trombozu fizik muayene bulguları pozitif is ve D-dimer test sonucunda çıkan değer yüksek ise vücuttta herhangi bir damarda pıhtı varlığı yüksek bir olasılıkla doğrulanmış olur. Ancak D-dimer in kanda yükselmesi her zaman derin ven trombozu tanısı için güvenilir bir anlam taşımaz. Yakın zamanda geçirilen ameliyatlar, kaza veya travma, enfeksiyon durumu, kalp hastalıkları, gebelik, kanser, karaciğer hastalıkları durumlarında, D-dimer değeri kanda yüksek bulunabilir.
Gebelik ve gebelik sonrası (postpartum) dönem, derin ven trombozu ve Akciğer embolisi açısından iyi belirlenmiş risk faktörleri arasındadır ve bu dönemlerde görülme sıklığı 1600’de 1’dir. Gebeliğin kendisi, gebe olmayan kadınlarla karşılaştırıldığında 4-5 kat artmış DVT riskine sahiptir. Özellikle postpartum dönemde risk en fazla olmakla beraber, gebeliğin tüm dönemlerinde artmış Venöz tromboemboli riski vardır.
Risk genetik trombofilisi olan kadınlarda daha da artmaktadır. Genel populasyonla kıyaslandığında, faktör V Leiden mutasyonu olan gebelerde üç kat, kalıtsal antitrombin III, protein C ve protein S eksikliği olan gebelerde 8 kat artmış venöz tromboz riski söz konusudur.
Antepartum ve postpartum dönemde derin ven trombozu riskini arttıran faktörler; çoğul gebelik, variköz venler, inflamatuar barsak hastalığı, üriner sistem enfeksiyonu, diyabet, doğum dış sebeplerle üç günden fazla süren hospitalizasyon, vücut kitle indexi (BMI)’in ≥30 kg/m2 olması, artmış anne yaşı (≥35 ya.), sezaryen doğum, kalp hastalıkları gibi eşlik eden problemler, preterm doğum (<36 hafta), obstetrik kanama, ölü doğum, hipertansiyon, sigara kullanımı olarak özetlenebilir.
Gebelikte DVT %80-90 oranında sol tarafta görülür. Bunun temel nedeni, sol iliyak venin sağ iliyak arter tarafından, inferiyor vena kavanın ise büyümüş gebe uterus tarafından kompresyon altında kalması bağlı olarak, sol tarafta artmış venöz staz gelişmesidir.
Gebelik ve postpartum dönemde Virchow triyadının (venöz staz, endotelyal hasar ve hiperkoagülopatik durum) tüm birleşenleri belirgin olarak görülmektedir. Bu üç özellik gebelikte artmış derin ven trombozu riskinden sorumludur. Gebelikte hormonal kaynaklı toplardamarlarda oluşan dilatasyona bağlı venöz dirençte azalma ve büyük venlerin gebe uterus tarafından komprese edilmesi, bacak toplardamarları venöz akımında yavaşlamanın en önemli iki nedenidir.
Doğum; vasküler-endotel hasar ve uteroplasental yüzeyde değişikliklerle ilişkilidir ve bu da özellikle doğum sonraki dönemdeki Derin ven trombozu riskindeki artıştan sorumludur. Forseps, vakum uygulaması ve cerrahi doğum damar iç yüzeyi hasarını daha da arttırarak bu durumu şiddetlendirebilir. Genel olarak gebelikte pıhtılaşmayı kolaylaştırıcı prokoagülan faktörler artıp, antikoagülan faktörler azalır. Gebelikte progresif olarak faktör I, II, VII, VIII, IX ve X düzeylerinde artış ve protein S düzeyinde azalma olması, gebeliği hiperkoagülopatik (pıhtılaşmaya eğilim yaratan) bir durum haline getirir.
American College of Chest Physicians (ACCP) ve Türk Damar Cerrahisi klavuzu; gebelikte DVT tedavisi için subkutan Düşük Molekül Ağırlıklı Heparin (Clexane, Oksapar, Hıbor) veya intravenöz unfraksiyone heparin veya subkutan unfraksiyone heparin (UFH) kullanarak tedaviye başlanmalıdır önerisinde bulunmaktadır. Daha iyi bir güvenlik profili ile daha etkili olması ve kullanım kolaylığı nedeniyle kan sulandırıcı iğneler gebelikteki en önemli ve yegane kan sulandırıcı ilaçlardır.
Gebelerde akut DVT tespit edildiğinde en az 3 ay tedavi edici doz antikoagülasyon önerilmektedir. Doz daha sonra profilaktik doza düşülerek doğum sonrası en az 6 hafta daha DMAH kan sulandırıcı iğneleri devam edilmelidir. DMAH’ler molekül büyüklükleri sebebiyle plasentayı geçmeyip, fetal kanamaya ve teratojenite gibi komplikasyonlara yol açmazlar. Warfarin (Coumadin), teratojenik olduğu için gebelikte kullanılmaz. Yeni kuşak Kan Sulandırıcılar (Xarelto, Pradaxa, Eliquis) gebelerde kullanımı ile ilgili yeterli veri olmadığı için gebelikte kullanımından kaçınılması önerilmektedir.
Karın içine uzanan, iliocaval derin ven trombozlarında eger bacakta ileri derecede şişlik, sertlik ve ödem gelişir, bu ödem atardamarları baskı altında bırakıp, extremite kaybına yol açacak kadar ileri seviyeye gelirse (Plegmasia Alba Dolens) girişimsel tedavi düşünülebilir.
Bu tür şiddetli derin ven trombozu olgularında, yeni dönemde Intravasküler Ultrason ve Mekanik Trombektomi kateterleri desteği ile “anjiografi ve radyason” kullanmadan, anne ve bebek hayatını riske atmadan, güvenli ve efektif şekilde derin ven trombozu tedavisi girişimsel olarak da yapılabilmektedir.
Günümüzde daha yaygın olarak primer (idiopatik, torasik outlet sendromu, Paget- Schroetter sendromu) ve sekonder (kateter, kanser veya cerrahi ile ilişkili) kolda derin ven trombozları olarak sınıflandırılmaktadır. Üst ekstremite derin venlerinin efor trombozu, spontan primer aksiller-subklavyan ven trombozu, ve Paget-Schroetter sendromu bu hastalık için kullanılan diğer isimlerdir. Paget-Schroetter sendromu, profesyonel atletlerde yada genç ve sağlıklı bireylerde ciddi efor, tekrarlayıcı ve zorlayıcı aktiviteler ile ağırlık kaldırma sonrası ortaya çıkan spontan kolda derin ven trombozlarıdır. Venöz torasik outlet sendromu (TOS) ise; subklavyan venin, klavikula ve birinci kosta arasından geçerken, torasik çıkım yolunun anteriorunda sıkışmasıyla karakterize bir rahatsızlıktır. Sıklıkla tekrarlayıcı ve zorlayıcı kol hareketleri gerektiren, boks, kürek, yüzme, beyzbol gibi sporları yapan kişilerde gelişir.
Hipertrofiye uğramış pectoral kaslar, ön skalen kas ve subklavian kas, köprücük kemiği ile 1. kaburga arasında, subklavian veni baskıya uğratabilir, akımı durdurup pıhtıya neden olabilir ve kolda derin ven trombozu gelişir.
En sık görülen ve tanı koydurucu semptom, etkilenen üst ekstremitede çap artışı ile omuz,
boyun, göğüs ön duvarında yüzeyel kollateral venlerin belirgileşmedir. Ağrı, baskı hissi, şişme, ödem ve renk değişikliği eşlik edebilir. Venöz Torasik outlet Sendromu olan hastalarda renk değişikliği ve şişlik, egzersizle veya kolu yukarı kaldırmakla birlikte artış gösterir. Gerçek efor trombozu olan hastalarda semptomlar pozisyondan bağımsızdır ve eğer akut tromboz mevcut ise hastalar belirgin semptomatiktir; hastalarda ani başlayan şişlik, ağırlık hissi ve etkilenen kolda şiddetli ağrı ve kırmızımsı-mavi renk değişiklikleri gözlenir.
Kolda derin ven trombozu tanısı için Doppler Ultrason (DUS), çok değerli bilgiler veren, hızlı, kolay uygulanabilir ve non-invaziv bir testtir. Doppler ultrason ile pıhtının varlığı, nerden başladığı, hangi damarları içine aldığı ve boyun damarları dahil pıhtının nereye kadar uzandığı ile ilgili çok değerli bilgiler verir. Doppler ile kesin tanı konulduktan sonra tedavi planlaması ve doppler ile çok iyi değerlendirilemeyen sternum arkasındaki büyük damarların değerlendirilebilmesi için BT venografi yada MR venografi gibi ileri görüntüleme yöntemlerine başvurulur. Bu yöntemlerin kullanımı bütün kolun derin venöz sistemini görüntüleyebilmesi açısından önemlidir. Santral torasik venler ile birlikte baskı yapma ihtimali olan kas, kemik gibi çevre dokular da görüntülenebilmekte, böylece torasik outlet sendromu ayırıcı tanısı içinde değerlendirme yapılabilmektedir. Klinik şüphe ve doppler ultrason arasında bir uyumsuzluk olması durumunda, daha invaziv bir yöntem olan Venografi tercih edilmelidir. Venografi hem tanısal, hem de derin ven trombozunun girişimsel tedavisi sırasında kullanılan çok önemli bir tanı yöntemidir.
Alt ekstremite derin ven trombozu için net bir şekilde tanımlanmış tedavi protokolleri olmasına karşın, günümüzde kolda gelişen derin ven trombozu tedavisinde aynı protokollerin olduğundan bahsetmek, en azından randomize klinik çalışmalar neticesinde bir sonuca varmak oldukça zordur. Kolda gelişen derin ven trombozu için, alt ekstremite derin ven trombozlarında olduğu gibi kan sulandırıcı iğneleri ile tedaviye başlanması ve oral antikoagülanlar ile devam edilmesi en akılcı yaklaşımdır. Bununla birlikte, seçilmiş hasta grubunda (düşük kanama riski olan ve ani başlangıçlı, şiddetli semptomları olan hastalar), deneyimli merkezlerde, anjiografik tedavilerle hızlı bir şekilde pıhtının damardan temizlenmesi ve mevcut akciğer embolisi riskinin önlenmesi ilk tedavi seçeneği olarak önerilmektedir. Akut kol derin ven trombozu tedavisinde, pıhtıya ne kadar erken müdahale edilirse, başarı şansı o oranda artar. Anjiogrtafik yolla uygulanan, Ultrasonla hızlandırılmış kateter aracılı trombolitik tedavi ile, özellikle ilk 14 günde, total rekanalizasyon oranları oldukça yüksektir.
Kol derin ven trombozunda gelişen akut pıhtı, çoğu zaman altta yatan kronik darlık yada şiddetli baskı sonunda gelişir. Kan sulandırıcı iğneler, oral antikoagülanlar veya girişimel tedaviler, o an için gelişen sorunu çözmeye yönelik olsalar da, altta yatan kronik anatomik problem çözülmez ise bu hastaların yaklaşık üçte birinde, erken dönemde yeniden pıhtı oluşumu gözlenir. Bu nedenle şu an kabul edilen en gülcel tedavi yaklaşımı, anjiografik tedavi ile akut pıhtının temizlenmesi ve kan akımının yeniden sağlanmasını takiben; ayrı bir seansta pıhtının esas nedeni olan ve darlığa yol açan 1. kaburga ve etraftaki kasların çıkarılması ameliyatıdır (kostoklavikuler bileşkenin dekompresyonunu)
İlk kez Roos tarafından bildirilen transaksiller birinci kaburga rezeksiyonu yöntemin avantajı, koltukaltı yapılan insizyonla iyi kozmetik sonuç sağlamasının yanında, patolojiye yol açan ilk kaburganın ön ve arka kısımdan tamamen çıkarılmasına imkanı sağlamasıdır. Özellikle arteriyel, venöz ve nöral tip torasik outlet sendromunun birlikte oldugu mixt tip torasik outlet sendromu durumlarında tercih edilir. Kolda derin ven trombozuna neden olan “Venöz Torasik” Outlet sendromunda ise, subklabvien venin baskı altında bırakan 1. Kaburganın parsiyel çıkarılması yeterlidir ve köprücük kemiği altından yapılan bir insizyonla (infraklavikular yaklaşım) ameliyat daha sıklıkla tercih edilmektedir. Kostoklavikuler bileşkenin dekompresyonu supra, para ve infraklavikuler birinci kosta rezeksiyonu şeklinde, full endoskopik, video yardımcılı torakoskopik cerrahi (VATS) yada robotik cerrahi yöntemlerle de yapılabilmektedir.
Bu site sağlık hizmeti vermemektedir, kişileri bilgilendirmek ve site sahibi hakkında bilgi vermek amacı ile hazırlanmıştır. Sitedeki bilgiler hastalıkların tanı veya tedavisinde kullanılmak üzere verilmemiştir. Tanı ve tedaviler mutlaka bir hekim tarafından yapılması gereken işlemlerdir. Site içeriğinin bir şekilde tanı ve tedavi amacıyla kullanımından doğacak sorumluluk ziyaretçiye aittir!
Tüm Hakları Saklıdır © 2024 Prof. Dr. Mert Dumantepe